21 Mart 2012, 17:19 | #1 | ||||||||||||||||||||
NetteKeyif Üyelik tarihi: 15 Mart 2011
Mesajlar: 16.171
| Âşık Olmak Günah mı? Aşık olmak hakkında - Aşık olmak ile ilgili hikaye - Dinimize göre aşık olmak günah mı - Aşık olmak "-Bugün inşaallah nefsimi yeneceğim ve namazlarımı vaktinde kılacağım!" diye geçirdi içinden... "Abdestliyim, öğlen ve ikindiye kadar abdestimi muhafaza edersem, ilk fırsatta hemen kılabilirim." dedi. Müşteriler sırayla işlem için geliyorlardı. Tuşa bastı, elindeki numaraya baka baka bir uzun boylu, yakışıklı bir genç kendisine doğru yaklaştı. Tahsil edilmek üzere elindeki senetleri uzattı. Âmine, bilgisayardan hesabın durumuna bakarken genç biraz da sesini yumuşatarak: "-Farkında mısınız bilmiyorum, ama saç renginiz size çok yakışmış, yeni boyattınız herhâlde!.." dedi. Âmine, hiç beklemediği bu iltifatlar karşısında biraz şaşırdı. Çünkü bu genci daha önce gördüğünü hatırlamıyordu. Ama saçını yeni boyattığını nereden bilmişti? "-Evet, yeni sayılır." dedi. "Herhalde buraya sık sık gelen müşterilerdensiniz." "-Evet, eski müşterilerdenim. Fakat siz beni yeni fark ettiniz herhâlde... Oysa bu bankaya her geldiğimde benim gözlerim ilk sizi arıyor." dedi ve sustu. Âmine, elini biraz daha hızlandırarak: "-Buyurunuz, işleminiz bitti beyefendi!" dedi. Genç pişkin pişkin: "-Bir gün beraberce bir kahve içebiliriz, değil mi?" dedi. Âmine sustu. Eliyle düğmeye basarak bir sonraki müşteriyi çapırdı. Bir yandan da: "-Sıradaki..." diye seslendi. Genç, "Tamam mesaj alındı!" deyip muzip bir şekilde gülerek oradan uzaklaştı. Âmine, gencin ardından gülümseyerek uzun uzun baktı, daha önce duymadığı bu iltifatlar hoşuna gitmişti. Öğle paydosuna kadar kendi kendine "Bu da kim böyle?" deyip durdu. Allah'tan işlemini yaparken gencin ismine de dikkat etmiş ve belki unuturum diye ismini bir kenara not almıştı. Adı, Özgür'dü. Tuhaf çocuktu, Özgür... Daha ilk tanıştığı bir kıza bile iltifatlar ediyor, bir anda senli-benli olabiliyordu. Gerçi laf arasında kendisini uzun zamandan beri takip ettiğini de anlamıştı. Saat 12:00 olmuş ve öğle paydosu vermişlerdi. Âmine bu sefer, tercihini namazdan tarafa yaptı. Arkadaşları dışarıya çıkarken o, "Birazdan gelirin!.." dedi ve hemen alt kata, hademe odasına gitti. Odada kimse yoktu. Derin bir nefes aldı içersi çok rutubetli ve havasızdı. Orada hademelerden bazılarının zaman zaman namaz kıldığını biliyordu. Kenara iliştirdikleri kartonu aldı, kıbleye doğru döndürdü, "Allâhu ekber" diyerek ellerini bağladı. Beş-altı dakikada namazını bitirmiş ve alelacele arkadaşları ile buluşacakları lokantaya gitmişti. Namazını kıldığı için vicdanen rahattı, ama pek de lezzet alamamıştı. Dünkü sabah namazının tadı bambaşkaydı. Arkadaşlarıyla buluştuktan sonra havadan sudan konuştular; mevzu, dönüp dolaşıp Özgür'e geldi. Arkadaşları, Âmine'ye takılmaya başladı: "-Ooo Âmine Hanım, aşk okyanusuna yelken açıyor, öyle mi?!" Âmine, biraz mahcup, biraz da kırgın: "-Amma uzattınız ha!.. Bir daha sizinle bir şey paylaşırsam!.." diye kendini naza çekti. Hepsi birden güle oynaya işyerine geri döndüler. O neşeyle içeriye girmişlerdi ki, kapıda, elinde bir çiçek sepeti kuryeyle karşılaştılar. Kurye, çiçeğin üzerindeki kartviziti tekrar okuyarak: "-Âmine Balkanlı kim?" diye sordu. Âmine: "-Benim." dedi. Kurye, bir kâğıt uzatarak: "-Şurayı imzalayabilir misiniz, teslim aldığınıza dair..." dedi. "-Peki, bunları bana kim gönderdi?" diye sorunca da: "-Açıkçası isim vermediler. Herhâlde içinde yazılıdır." diyerek çiçeğin kenarına iliştirilen zarfı gösterdi. Âmine, kuryeye teşekkür etti. Çiçekleri aldı, masasına doğru giderken Tuğçe ile Reyhan da tepesine üşüştüler: "-Kimdenmiş kız? Çabuk açsana şu zarfı!.." Âmine, sepeti masaya koydu, zarfı açtı. Kısa bir not vardı içinde: "Tanışmamızın şerefine, Özgür" Mesele şimdi anlaşılmıştı. Artık kolay kolay arkadaşlarının dilinden kurtulamazdı. Çiçekler harikaydı; sevdiği orkideler, kırmızı kır çiçekleri... O sırada telefon çaldı, arayan Özgür'dü. "-Umarım çiçekleri beğenmişsinizdir." "-Evet, çok beğendim; ama niye zahmet ettiniz ki... Hem tanışmıyoruz bile..." "-Artık bir kahvelik hatırımız vardır, değil mi?" "-Ne bileyim..." "-Bahane istemiyorum, bankanın karşısındaki cafede, mesai çıkışı bekliyorum. Saat 17:00 iyi mi?" "-Tamam, sadece bir kahve... O da teşekkür için..." "-Akşamı iple çekeceğim." "-Tamam beşte..." Özgür, bir anda sevinç çığlığı attı ve: "-Okey, havalara uçtum!.." dedi. Âmine, bu oldu-bittiye şaşırıp kalmıştı. Daha sabahleyin gördüğü birisiyle akşam buluşacaklardı. Her şey ne çabuk ilerlemişti. İçi kıpır kıpırdı. Damarlarındaki kanın bütün vücudundaki dolaşmasını hissediyor gibiydi. Daldığı düşüncelerinden, bir müşterinin uzattığı faturalarla kendine gelebildi. Evet, her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Çok geçmeden Reyhan, elinde bir bardak çayla Âmine'ye doğru yaklaştı. "-Buyur canım, bunu sana getirdim. Ne de olsa akraba olduk!" dedi. Âmine şaşırdı: "-Hayırdır, nereden çıktı bu akrabalık?" "-Ee, Özgür bir kere senin peşine düşmüş. Artık kurtuluşun zor kızım!.." "-Sen nereden tanıyorsun Özgür'ü?" "-Benim kuzenim olur. Buraya gelip gittikçe seni görmüş, beğenmiş. Bana sordu. «Çok severim, iyi kızdır» deyince de seninle tanışmaya karar verdi. "-Nasıl birisidir Özgür?" "-Nasıl desem, boy-pos yakışıklılık... Para desen öyle... Babası bayağı zengin... Büyük bir inşaat şirketleri var. Ağzı da iyi laf yapar. Birisini kafaya koymasın, ne yapar eder, ona ulaşır." "-Yani biraz çapkındır diyorsun!.." "-Olsun o kadar... Hem neyi eksik ki... Biraz çapkınlık da göz çıkarmaz. Hem sana ayrı bir gözle baktığını söyledi. Bir eğlenilecek kızlar varmış, bir de evlenilecek... Seni ikinci gruptan görüyormuş." "-Sen de var ya, bir görüşte aşkla bizi evlendiriverdin Reyhan!.." "-Benden söylemesi kızım... Hem ne oldu, ne zaman buluşuyorsunuz?" "-Bugün, mesai çıkışında... Kahve içeceğiz sadece... Hemen işi büyütmeyin." Reyhan: "-Tabi canım, tabiî... Sadece kahve..." dedi ve gülerek oradan ayrıldı. Âmine, kapana kısıldığını anlamıştı. Arkadaşları, onun arkasından iş çevirmiş ve onu kıskıvrak yakalamışlardı. Ama böyle bir değişiklik kendisi için de iyi gelecek gibiydi. İki-üç hafta içinde çok büyük dertlerle boğuşmuştu, biraz açılması, kendisine gelmesi gerekiyordu. Bu yüzden Reyhan'ın sözlerine biraz kızıyor, biraz da seviniyordu. Kısmet, ayağına kadar gelmişti. Özgür, gerçekten yakışıklıydı, kime gitse geri çevrilmezdi herhalde... Madem zengindi de... "Niye olmasın?" diye düşündü. Bir ara müşteriler tenhâlaşınca aşağıya giderek ikindi namazını da kıldı. Namaz kılarken bile aklı-fikri randevu saatindeydi. Heyecanla mesai bitişini bekleyen Âmine, lavaboda saçını-başını topladı. Kendine çeki düzen verdi. Sonra acele ettiğini belli etmemeye çalışan tavırlarla kafeye yaklaştı. Özgür Bey, güzel bir masa hazırlatmıştı. Bir-iki saat oturdular, şakalaştılar, gülüştüler. Tekrar buluşmak üzere randevulaşarak vedalaştılar. Maaşını yeni alan Âmine, bir alışveriş merkezine girdi; durmadan alışveriş yapmaya başladı. Deneyip beğendiği eteği aldı, altına ayakkabı, üstüne gömlek derken maaşının yarısı bitmişti. Artık eve gitme vakti gelmişti. Tam evin yolunu tutmuştu ki, cep telefonu çaldı. Arayan Sâcide Hanım'dı. "-Alo, hocam nasılsınız?" "-Elhamdülillah Âmineciğim. Ben iyiyim. Sen nasılsın?" "-Ben de iyiyim. Size anlatacaklarım var, müsaitseniz yarım saatliğine size uğrayabilir miyim?" "-Tabiî buyur, beklerim." dedi Sacide hanım. "-O zaman onbeş yirmi dakikaya sizdeyim." deyip telefonu kapattı. Ardından evi arayarak annesine, Sâcide hocahanıma gideceğini bu yüzden biraz gecikebileceğini söyledi. Annesi Ayşe Hanım: "-Tamam, çok da gecikme. Bizi merakta bırakma!.." diye tembihledi. Ayşe Hanım, telefonu kapattıktan sonra: "-İyi, Allâh'a şükür, bu sefer doğru insanlarla düşüp kalkmaya başladı. Bak bey, artık Âminemiz namaza da başladı. Sâcide Hocahanım sağolsun!.." dedi. Kocası Ahmet Bey, içini çekerek: "-Âh bir de başını örtse... Arkadaşlar, bir şey diyecek diye ödüm patlıyor!.." dedi. "-O da olur. Her şeyin bir vakti var. Sen de şunun üzerine bu kadar gitme!.." diyerek sofrayı hazırladı, oturdular ve yemeğe başladılar. Âmine, elinde yeni aldığı kıyafet çantaları, Sâcide Hanım'ın ziline bastı. Sâcide Hanım, güleryüzle kapıda karşıladı Âmine'yi... Elindeki çantaları aldı, yardımcı olmak için... Bir yandan da: "-Hayırdır Âmine, bütün çarşıyı satın almışsın!" dedi gülerek... Sarılıp içeri buyur etti. Âmine, eve girerken bir taraftan da konuşmaya devam ediyordu: "-Hocam bugün maaş aldım. Ee bütün bir ay çalışıp yoruluyoruz, kendimizi de böyle arada sırada ödüllendirmeliyiz, öyle değil mi?! Alışveriş yapınca çok mutlu oluyorum. Alıyorum, alıyorum, bir türlü doymuyorum almaya... İnanın, sorsanız kaç ayakkabın var diye sayısını ben bile bilmiyorum. Bir kuaförüm, bir de alışverişim var. Çalmıyoruz, çırpmıyoruz; kendimiz kazanıp kendimize harcıyoruz. Bunun ne kötülüğü olabilir ki?" Sacide Hanım'ın cevabını beklemeden devam etti: "Zaten modaya yetişmek için çalışmak lâzım... Ben alıp giyene sezon sonu geliyor, haydi tekrar başa... Arkadaşlar marka giymeyince dalga geçiyorlar zaten... «Kızım, semt pazarına mı kaldın?» diye..." Âmine, Sâcide Hocahanımın hiç konuşmadığını, durgunlaştığını görünce: "-Kusura bakmayın hocam, çenem düştü, sizi hiç konuşturmadım! Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?" "-Almanın sonu yok, Âmineciğim, ama hesabı çok!.. Bir âyet-i kerime aklıma geldi «Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiz!» buyruluyor." "-Bu da israf mı yani? Çöpe atmıyoruz ki paramızı... Sonuçta giyeceğimiz şeylere harcıyoruz." "-İhtiyaç fazlası ise, tabiî ki israf... Eğer bir-iki değil, onlarca çift ayakkabın varsa, dolabındaki kıyafetler, sığmıyor ve dışarıya taşıyorsa işte bu apaçık israftır. Moda denilen şey de sonuçta kapitalizmin handikabı ve tuzağı... İnsanları, durmadan bir şeyler almaya yönlendiriyor. Yılda bir-iki defa, baştan sona bütün renkler, bütün modeller değişiyor ve eğer bu değişimi takip etmezsen hemen yaftalanıyorsun. Ya alacaksın ya da alacaksın. Sana başka tercih imkânı bırakmıyorlar. Bütün kazandığını yatırsan, yine yetişemiyorsun. Allah Teâlâ, başka bir ayette «Saçıp savuranlar, şeytanın arkadaşlarıdır.» buyuruyor." "-Gerçekten böyle bir âyet de var mı? İlk defa duyuyorum. Aslında Kur'ân-ı Kerim'i şöyle bir baştan sona okusam diye çok niyetlendim, ama bir türlü fırsatım olmadı." "-Âmine, çok sevdiğin bir kişi sana uzaklardan bir mektup gönderse ne yaparsın." "-Hemen okurum." "-Peki, bu mektup senin ilk anda anlamadığın bir dilde yazılmış olsa ya da sen okumayı bilmesen..." "-Hemen iyi okuyacak birisine okuturum." "-İşte Kur'ân-ı Kerim de böyle... Rabbimiz, biz kullarına hayatları boyunca lâzım olacak bütün bilgileri Kur'ân-ı Kerim'in içinde göndermiş. Eğer biz, bunu çok sevdiğimiz Rabbimizden gelen bir mektup olarak düşünsek okuyup anlamaya çalışırız. Eğer ne dediğini anlayamıyorsak, bir bilene sorar yine öğreniriz. Meâlini okuruz, tefsirine bakarız." "-Hocam, açıkçası ben Kur'ân'ın içinde sadece cennet ve cehennem anlatılıyor diye düşünüyordum. Onun için hep okusam da olur, okumasam diye düşündüm." "-Olur mu Âmineciğim. Kur'ân-ı Kerim, öldükten sonra lâzım olacak bir kitap değil!.. O, bu dünyaya indirilmiş, bu dünyadaki insanlara Allâh'ın mesajlarını iletmek için gönderilmiş bir kitap!.. O, bizi sıkıntılardan kurtarmak, saadet yollarını, Allâh'a ulaştıran yolları göstermek için gönderilmiş bir ilâhî harita... Hangi yola gidersen, seni bataklığa çeker; hangi yola saparsan uçurumdan yuvarlanırsın; hangi yol ise, selâmet yoludur onu gösterir. Allah, biz insanlara, onların akıllarına, gönüllerine uygun bir usûlle emir ve yasaklarını anlatmış. Bazen bize, bizim gibi insanlar olan peygamberlerin hayatından örnekler vermiş, bazen cennetliklerin, bazen cehennemliklerin dilinden yaptıklarımızın neticelerini anlatmış. Bazen bütün kâinâtın yok oluşu olan kıyâmetten haber vermiş, bazen bizim vefâtımız olan küçük kıyametten... Bazen nimetlerini saymış, bazen insanın nankörlüklerini... Kısacası Kur'ân, bize, bizi anlatmış; bizim yaşadığımız ve yaşayacağız hayatı... Bizi yaratan Rabbimizi... Bizden önce gelenleri ve bizden sonra olup bitecekleri... En doğru, insanın fıtratına en uygun ve en sağlam bilgi hazinesi..." "-Hocam, peki Kur'ân'da her şey var; Allah, bize niye peygamberimizi göndermiş?" "-İnsanlar, kitaplara ne kadar müracaat ediyorlar. En doğru bilgiler yazsa bile, bir işi kitaptan öğrenmek mi kolay, yoksa o işi denemiş, uygulamış bir ustadan öğrenmek mi? Birçok meslek, hep usta-çırak ilişkisi ile devam eder. Çünkü insan, görerek, yaşayarak, taklid ederek öğrenmeye müsait yapıda yaratılmış. Kitaplar ne derse desin, insan, kendisi gibi yaşayan bir örnekten her şeyi çok daha güzel öğrenebiliyor. İşte bu yüzden Allah Teâlâ, Peygamberimizi, Kur'ân'ın nasıl yaşanacağını göstermek üzere bize göndermiş. Onu "canlı bir Kur'ân" kılmış. Ashâb-ı Kiram, Kur'ân'ı okumadan önce Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesini görmüşler, O'nun şahsiyetini, ahlâkını sevmişler. Gönüllerinde O'nu takdir edip O'na tâbî olmuşlar. Biz, bütün hayat ölçülerimizi Kur'ân'dan ve onu hayata tatbik eden Peygamber Efendimizin sünnetinden alırız. Yani bizim değişmeyen, bozulmayan, solmayan tek modamız, tek rehberimiz vardır; Kur'ân ve Sünnet... Bunun dışındaki her yol, her ölçü geçicidir, eksiktir, hatalıdır. Çünkü bu ikisinin kaynağı da ilâhîdir. İkisi de Allah tarafından bizim için çizilmiş, değişmez, bozulmaz, pörsümez hayat kaynaklarıdır." "-Hocam, açıkçası sizin yanınıza her gelişimde hem çok mutlu oluyorum, hem de çok mahcup..." "-Neden ki?" "-Mutlu oluyorum; çünkü her gelişimde yeni bir şey öğreniyorum, hayata bakışım kökten değişiyor. Mahcup oluyorum; kendi eksikliğimi, câhilliğimi, ne kadar boş şeylerle hayatımı geçirdiğimi hissediyorum." "-Estağfirullah Âmineciğim, herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin câhili... Bizim bildiklerimiz de bize öğretilenler... Hepimizin her an kendimizi tazelemeye ihtiyacı var. İlim, bitip tükenmek bilmez bir hazine..." "-Hocam, en çok da Peygamberimizi yeterince sevemediğime üzülüyorum. O, madem bizim için gelmiş, bizi kötülüklerden, yanlışlıklardan kurtarmak için... Bizim de O'nu çok sevmemiz gerekiyor, değil mi?" "-Âmineciğim, her şeyin başı sevgi... İnsan tanıdığı kimseyi sever. Tanıdıkça onun peşinden gider, onu takip eder. İslâm'ı yaşamak, Peygamber Efendimizi tanımadan, sevmeden olmaz. Hatta Allâh'ın bizi sevmesi bile, bizim Peygamber Efendimizi sevip O'na tâbî olmamıza bağlı...O'nu yeterince sevmeden îmanımız bile yarım kalıyor. Bak, sana bir misal vereyim: Hazret-i Ömer bin Hattab'ın rivâyet ettiğine göre, Allah Rasûlü, ona, kendisini ne kadar sevdiğini sormuş. O da bütün samimiyeti ile: "-Allâh'a yeminle söylerim ki, (yâ Rasûlallâh) canım hâriç, Sen, bana her şeyden daha sevgilisin!.." diye cevap vermiş. Bunun üzerine Rasûlullâh şöyle buyurmuşlar: "-Sizden biriniz, beni kendi nefsinden, atasından, babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla îmân etmiş olamaz!.." Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yaptığı hatayı derhal telâfî etmiş ve: "-Sana Kur'ân'ı gönderen Allâh'a yemin ederim ki, Sen, bana canımdan daha sevgilisin!" Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "-Ey Ömer!.. Şimdi tamam oldu!.." buyurmuşlar. Allah Rasûlü, başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır: "Allâh'ı ve Peygamberini, her şeyden çok sevmedikçe tam mü'min olunmaz." İşte ashâb-ı kiramın sık sık kullandığı, «Anam babam sana fedâ olsun!..» ifâdesi bu düsturların îcâbıdır.Peygamber Efendimizi canımızdan bile fazla sevmek, îmânın bir gereğidir. Peygamber'e duyulan sevgi, her şeyden ve her türlü sevgiden çok olmalıdır. Nitekim âyet-i kerimede; «Peygamber, kendi nefislerinden daha çok yakındır...» (el-Ahzâb, 6) buyrulmuştur." "-Hocam, diyecek bir şey bulamıyorum. Bugün ilk defa görüp tanıştığım birisini bile hemen sevdim. Şimdi sizi dinlerken düşündüm de Peygamberimi, sevdiğim her şeyden çok mu seviyorum diye, size yalan söyleyemeyeceğim, ben Peygamberimizi, sizin anlattığınız gibi sevmiyorum, sevemiyorum. Nerede kaldı, kendi canımdan daha öte sevmek... Ne olur, bana da Peygamber Efendimizi sevmeyi öğretin. Bunun yolu nedir? Hayatımın neresine dokunsam enkaz yığını!..." diyerek ağlamaya başladı Âmine... Bir taraftan da söylenir gibi konuşmaya devam ediyordu: "-Ne namazım tam, ne îmanım, ne kulluğum... Burada sizinle başka âlemlere dalıyorum; işimde başka hâllere... Benim halim ne olacak böyle?!" Sâcide Hanım, onu kolları arasına aldı: "-Bu hâlin, en büyük adım işte... Yavaş yavaş hepsi olacak... Birbirimize yardım edeceğiz. Bak, yakında "kutlu doğum" dediğimiz "Mevlid Kandili" yaklaşıyor. İnşallah, senin de kalbine doğacak Efendimiz... Âmineciğim, hadi şuraya bir otur, sâkinleş!... Allah, bu kalbimizi niçin yarattı diye hiç düşündün mü?" "Âmine, nemli gözlerle gülümseyerek Sacide Hocahanıma bakıp: "-Âşık olmamız içindir herhalde?" dedi. Sâcide Hanım, büyük bir ciddiyetle: "-Doğru söyledin!.." diye karşılık verdi. "-Gerçekten mi? İlk defa bir şeyi bildim. Hocam, o zaman ben bugün kalbimin hakkını verdim galiba, bir gence âşık oldum!" Sâcide Hanım, damdan düşer gibi karşılaştığı bu söz üzerine çok şaşırdı, bir an diyecek bir şey bulamadı. Âmine, büyük bir tereddüt içinde kaldı: "-Yoksa âşık olmak da mı günah hocam?" diye sordu. Halime Demireşik | ||||||||||||||||||||
Bookmarks |
Etiketler |
Âşık Olmak Günah mı? |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |