18 Haziran 2014, 15:50 | #1 | ||||||||||||||||||||
Keyifli~Üye Üyelik tarihi: 20 Nisan 2012
Mesajlar: 2.705
| Kur’ân ve Risale-i Nur Bugün pek çok ehl-i dinin nazarında, neredeyse sabitleşmiş bir zan vardır: Risale-i Nur okuyanlar, Kur’ân’ı pek okumazlar, pek nazara almazlar, Risale-i Nur’la yetinirler. Şahsen, Kur’ân’la tanışması ancak Risale-i Nur’la gerçekleşen biriyim. Risale’yi okumaya başlamamla birlikte, Risale-i Nur’un her daim nazara verdiği Kelâm-ı Ezelî’yi okuma iştiyakı duydum. Nitekim Risale okumalarının, adım adım, dünyamı Kur’ân mektebine hazırladığını hissediyorum. O yüzden, pek çok ehl-i dinin sözünü ettiğimiz zannı, ba*na hiç mi hiç doğru gözükmüyor. En başta kendi şahsî tecrü*bem, bana bunun böyle olmadığını gösteriyor. Ne var ki, ortada böyle bir zan mevcut. Ve, Risale-i Nur’*un herkese ve her ehl-i dine ulaşmasını istiyorsak, ona her*kesin ihtiyacı olduğunu düşünüyorsak, bu zannın kırılması ve aşılması gerekiyor. Ayrıca, bu zannın, Risale-i Nur’a muhatap olanların bazı ‘vurgu’ hatalarından, keza bazı ‘vurgu’ kaymalarından da des*tek ve cesaret aldığı kanaatini taşıyorum. Risale-i Nur için, ‘Kur’ân-ı Hakîm’in şu asra bakan mane*vî bir tefsiri,’ ‘Kur’ân-ı Hakîm’in eczahane-i nurani*yesin*den şu asrın yaralarını tedavi için alınan devalar’ gibi tabirler belki sık sık kullanıldı. Ama, itiraf edelim, içi doldurulmadı. Bu, bir ‘iddia’ düzeyinde bırakıldı; ispatı yapılmadığı gibi, fiilî örnekleri de gösterilmedi. Öyle ki, çokları Risale-i Nur’un Kur’ân’dan söz ederken en ziyade ‘Kur’ân-ı Hakîm’ demesini yadırgayıp, bunu Said Nursî’nin icadı olan bir tarif zanneder ve tenkide yönelir iken; bunun doğrudan doğruya Kur’ân’ın Kur’ân’ı tarifi olduğu dahi söylenemedi. O kadar sıklıkla okunan eşsiz Yâsîn sûresinin hemen ikinci âyetinde, Kur’ân’ın “ve’l-Kur’âni’l-Hakîm” olarak tarif edilişine ya kendimiz dikkat etmedik yahut, başkalarının dikkatini buna çekmeyi beceremedik. Bu örneğin belgelediği üzere, Risale-i Nur’un muhteva ve üslup örgüsü ile Kur’ân arasındaki kopmaz bağlar, maalesef ya fark edilemedi, yahut fark ettirilemedi. Oysa, Risale-i Nur’un Kur’ân’ı dahi Kur’ân’ın tarifiyle anlattığı farkedilse, onun tefekkürünü, usulünü, üslubunu ve terminolojisini tamamen Kur’ân’a dayandırdığının anlaşılması ve anlatılması çok çok kolay olurdu. O zaman, bunca insan Risale-i Nur’a belki bu kadar bühtan etmez; etseler de, bu bühtanlar, bu kadar insanın Risale’ye uzanması mukadder yönünü başka taraflara çevirmezdi. Ama ne yazık ki, bu kopmaz bağlar dar akıllarımızdan gizleniyor. Meselâ, Âyetü’l-Kübra’ya ilişkin bir dikkatsizlik, mânidar bir örneğidir bunun. ‘Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatı’ olan bu risalede, yolculuğun nereden başladığı sorulsun bize. Sayfaları açılır veya hâfıza arşivi taranır, cevap verilir: “Yıldızlardan.” Evet, Âyetü’l-Kübra kâinatın Rabbimizi nasıl tanıttığını ders verir. Ama ‘seyyah’ımız, yıldızlardan başlamaz yolculuğa; bir Kur’ân âyeti ile başlar. İsra sûresinin, yedi kat göğün, yerin ve içindekilerin O’nu tesbih ettiğini; O’nu tesbih etmeyen hiçbir şeyin olmadığını bildiren 44. âyeti ile. Nitekim, şu an elinize Şualar’ı alın, Âyetü’l-Kübra’yı açın; seyahatin bu Kur'an-ı Kerim âyetiyle başladığını görürsünüz. Açıkçası, ‘kâinattan Hâlıkını sorma’ mesleği, Said Nursî’nin kendi aklınca ürettiği bir yol değildir; Kur’ân’ın hepimize bildirdiği bir yoldur. Aynı şekilde, Haşir Risalesi’ndeki, “Madem dünya var, elbette âhiret var” ifadesinde özetini bulan ve milyonlar cilt İs*lâ*mî eser içinde misli bulunmayan haşir ve âhireti isbat usulü de, Said Nursî’nin kendince ürettiği bir yol değildir. Bi*la*kis, bu risale, tam da bu usulü öğreten“Fenzur ilâ âsâ*ri...”[1] âyetinden alınmış bir ders hükmündedir. Zaten, bu âyet*le başlamaktadır. Şahsen, Risale-i Nur’u okudukça, Risale-i Nur’un kalbimi ve ruhumu her daim ona yönelttiği Kur’ân’ı daha bir ciddiyetle okuma iştiyakıyla doluyorum. Ve Kur’ân’ı dikkatle oku*duğumda, Risale-i Nur’un ders verdiği hakikatlerin, esas*ların, usulün, üslubun ve hatta kelimelerin Kur’ân’dan alın*dığını görüyorum. Kur’ân’a muhatap oldukça, görüyorum ki, Risale-i Nur’*un en yoğun vurgularından biri olan fenâ-bekâ ikilemi, Kur’*ân’*da yoğun biçimde ders veriliyor. Rahman sûresindeki eşsiz ve beliğ “Küllü men aleyhâ fân. Ve yebkâ vechu Rab*bi*ke...” âyetleri, bunun bir örneğini teşkil ediyor. Keza, Risale-i Nur’un en yoğun vurgularından bir diğeri olan ihlas, Kur’ân’ın pek çok sûresinde, “Muhlisûne lehu’d-dîn” gibi âyetlerle ders veriliyor. Fakr, iktisad, adalet, ibadet, tefekkür, mânâ-yı harfî, sünnet-i seniyye kısacası, Risale-i Nur’un temeli, esası, aslı olan herşey Kur’ân’dan alınmış bulunuyor. Öyle ki, Said Nursî’*nin Kur’ân’dan ders aldığı yerler çıkarılsa eminim geride birşey kalmayacaktır. Hal bu iken, Risale-i Nur’un Kur’ân’a ayna değil perde olduğu zannı ortada dolaşıyorsa, bu ‘perde’liği bizde arayalım diyorum. Arayalım; ve de bu perdeleri kaldıralım istiyorum. Zira, Risale-i Nur’un ders verdiği kudsî Kur’ân hizmeti Ri*sale’ye ve elbette Kur’ân’a perde değil; ayna ve pencere olma vazifesi yüklüyor bize.* Metin Karabaşoğlu / Risale Okumaları - 1 [1] Bkz. Rum Suresi 30-50. Kaynak: Risale Market - Mâneviyâta Dâir Eser ve Ürünler | ||||||||||||||||||||
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |